Peygamberimizin Allah’a şikâyet ettiği tek konu

26 Mart 2016 Cumartesi, 11:31
peygamberimiz

Peygamberimizin, ümmetini kıyamette Allah’a şikâyet ettiği tek konu, “Ümmetin Kur’an’ı mehcur bırakma” konusudur. Ayetteki “mehcûr” bırakma, “hiç bilmeme, yabancı kalma, tamamen terk etme” değildir. Elinin altında olduğu halde faydalanmama, ulaşabileceği halde “ulaşmama” anlamını ihsas eder. İlmî dindarlık, Kur’an’lı, Sünnetli dindarlıktır. Hissi dindarlık, genelde örfî dindarlıktır. Zahmetsiz dindarlıktır. ‘İlimsiz, irfansız dindarlık da olur mu’ demeyin. Olur ama bu dindarlık insanımızı, nereye götürür? Asıl problem burada! 

Dini, Kur’anı Kerim-i öğrenme gayreti göstermeyen, onunla amel etmeye çalışmayan, mânâsı üzerinde düşünmeyen, kafa yormayan, dindar çıkar. Namazın her rek’atında okuduğu Fatiha’da “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz” deyip, daha namazdan çıkar çıkmaz tam tersini yapan bir dindar çıkar. Kur’an “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez” derken, kendi sorumluluğunu yükleyecek bir hoca, bir üstad, bir mürşit, bir şeyh, bir imam arayan dindar tipi çıkar. Salih amel işlemeden, Allah yolunda cihad etmeden, grup, fırka taassubuyla ‘din kardeşliği’ hissiyatını kaybeden, ‘Ümmeti Muhammed’in derdiyle dertlenmeyen, ‘mânevi egoist’ tipler, bağlı olduğu hocasının şefaatıyla kurtulacağına inanır. O hale gelir ki ‘ismet’ sıfatına rağmen Peygamberlerin hataları Kur’anda bile geçer, fakat müfritlerin hocaları, idarecileri (hâşâ) hatasızdır. Kur’an “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır” derken, başkalarının sırtında cennete girmek için planlar yapan bir dindar tipi çıkar. Peygamber Efendimiz, “Kızım Fatıma! Babam Peygamber diye güvenme! Vallahi senin için de yarın bir şey yapamam!” diye çağları aşan sesiyle bizleri ikaz ederken, rantçılığını yalnız yalan dünyada değil, ahirette de sürdüreceğini sanan ‘uyanık’ tipler çıkar. Dahası, her müminin boynuna yüklenen “Allah yolunda var gücünü harcama” (cihad) gibi bir farzın yanına yaklaşmayıp, gözleri ufukta Mehdi ve Mesih bekleyenler çıkar. Onların bu talebine bakıp iştahı kabaran ve “Ben Mehdi’yim, Ben Mehdi’nin habercisiyim! Ben Mesih’im” diyen uyanıklar ve onları pazarlayarak geçinenler çıkar. Sahte Mehdi ve Mesih’lerin Allah’tan geldiğini söyledikleri sahte vahiyler çıkar. ‘Bizim üstat, her gece bu işleri Peygamberimizle istişare edip, etrafına öyle talimat veriyor’ diyen tipler çıkar. Siyasî kararlar dahil, verilecek “oy”ların partisi, patırtısı dahil, bu talimat ve emirlerin ‘Mânevî Rical’den mülhem verildiğini söyleyebilen tipler çıkar. Sorumluluğu, yapılanın yanlışlığını hatırlatırsanız; bu defa ‘vebal bana ait değil, emri verene aittir’ diyerek iradeyi iptal eden bir anlayış çıkar. Hâsılı çıkar oğlu çıkar! Bu işler böyle oluyordu da, Raci’, Bi’r-i Maüne hadiselerinde tuzağa düşürülüp katledilen, Peygamber Efendimizin göz bebeği Eshab-ı Suffadan 70 civarındaki sahabenin bu durumuna Allah Teala bildirmediği için Rasulüllah Efendimiz, bilip mâni olamazken, hacısı, hocası gaybı nasıl bilebilir? Peygamber Efendimize can feda etmiş, onun en yakın arkadaşlarından olanlar, bu işler bu kadar kolaydı da, Hz. Ömer, Kur’an’ın toplanması gibi en hayati bir konuda aylarca neden başını çatlatırcasına düşündü ve istişare üstüne istişare yaptı? Hz. Aişe, sonunda pişman olacağı Cemel harbine girmeden, yıllarca aynı yatağı paylaştığı Peygamber Efendimizle istişare edemez miydi? Bu meseleler bu kadar kolay olsaydı, Hz. Aişe, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir gibi o mübarek zatlar günlerce, aylarca Müslümanların meseleleri için o kadar üzülüp, gözyaşı döker miydi? Aklımızı başımıza, başımızı avuçlarımızın arasına alıp kafa yormadığımız müddetçe bu ve benzerî ‘dindar’larımızla karşılaşacağız. Hayatımızı Vahye inşa ettirmediğimiz, Peygamber Efendimizi rehber olarak almadığımız takdirde, ifrat ve tefride düşeriz, düşebiliriz. Tasavvuf büyüklerinden İmam-ı Rabbâni Hazretleri: ‘Tekâmülün kaynağını mücerret mensubiyetlerde değil; o mensubiyetlere lâyık oluşta ve ondan faydalanabilme istidadında aramak lâzımdır’ der.      

Allah dini; “insanlığın dünyevi ve uhrevi saadeti” için göndermiştir. O dinin yaşanmasında örnek alınacak ilk şahsiyet, Peygamber Efendimizdir. Kur’anı Kerim’deki ifadesiyle bizler için “üsveyi hasene”dir. Güzel bir örnektir.  Hiçbir şahsın hayatı Rasulullah Efendimizin hayatı kadar mevsuk, müdellel ve aydınlık değildir. Bazı hadis rivayetlerindeki farklılıklar bu gerçeği değiştirmez. O’nu on binlerce insan yakından gördü. Veda Hutbesi’ni kaç kişinin dinlediğini hatırlayınız. O insanlar, daha sonra uzun yıllar yaşadı. Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir şey yazılıp derlenmeseydi (tedvin edilmeseydi) bile, hayat yoluyla intikal eden bilgiler, Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği asliyet dairesinin anlaşılmasına kâfi gelirdi. 

‘Sana göre İslam, bana göre İslam, o kavme göre İslam, şu coğrafyaya göre İslam’ diye bir şey olmaz. İslam, asliyetiyle, muayyendir ve mahfuzdur. İslam’ın asliyetini değiştirici tefekkür olmaz. İlahiyatçıların ‘İslâm Düşüncesi’ adı altındaki düşünceleri, yorumları Kur’ana ve Hadislere göre değil, kendi düşüncelerine göre olup âyetleri açıklarken ‘tarihselci yaklaşım’ içine girerek, insanımızın imanıyla oynamaktadırlar. Yapılanlar asliyete dayanarak yapılır. ‘Yorum’ da ‘düşünce’de öyle olmalıdır. İslam, falancanın felsefesi değil, Allah’ın vahy ettiği Hak Din’dir. Hz. Muhammed (aleyhisselam), Allah’ın Resulü’dür ve İslam’ı tebliğ etmiştir; ayrıca kendi sözleriyle/amelleriyle/halleriyle/bütün hayatıyla İslam’ı yaşamış, tatbik ve talim etmiştir. Müslümanlarla müzakere ediyorsak, meseleyi Kitap’a ve Sünnet’e göre çözeriz. Hıristiyanlarla tartışıyorsak, Mâide sûresinin 3. Âyetini unutmasınlar. (Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni’metimi tamamladım ve size din olarak “İslâm’a” razı oldum.) Bir İslam âlimi, (akademisyeni demek daha uygun) çıkıp da, “Herkes istediği gibi İslam’ı yorumlayabilir” diyememelidir. Kaş yapmak isterken göz çıkarmayalım. “İslami ilimler” diye bir kavram var. Nedir İslami ilimler? Tefsirdir, fıkıhtır, kelamdır, hadistir, siyerdir, mukayeseli dinler tarihidir, İslam tasavvufudur. Bir İslam âlimi, bir İslam mütefekkiri, bir İslam bilgilisi; dini bir meseleyi İslami ilimlere göre anlatır. Bazı şeylere bile bile katlanıldığı fark ediliyor ama, faydası yok. Yanlıştan fayda doğmaz. Şunu da unutmayalım: Herkes kendi nefsinden ve gerçeğinden dilediği kadar taviz verebilir, ama İslam’ın hakikatinden taviz vermek gayretullaha dokunur. Dine zam da, tenzilat da yapılamaz! Rabbimiz! Rızasına muvafık ameller işlememizi nâsib etsin! Rabbimiz! Gadabını mucib ameller işlemememiz için bizleri hıfzu himâye buyursun. Rabbimiz, encâmımızı hayreylesin… İslam’ı yaşamak, onu hayatın bütünlüğü içinde yaşamaktır. İbadet’in kemali, hayatın bir ibadet halini almasıdır. İslam sana bir “istikamet”, bir “kişilik” kazandıracak ve sen bu hayatın her safhasını, her işini, o istikamet şuuruyla ve o kişilik sağlamlığıyla itidal üzere yaşayacaksın. Bu, sabahtan akşama kadar devamlı ibadet etmekle de olmaz. İnsana ve aileye ulaşmayan tahlillerden sıhhatli neticeler çıkarmaya çalışmak, havanda su dövmektir. Abesle iştigaldir. Dünyanın gerçek mihverine oturması, İslâm Ahlâkı’na bağlı âyet ve hadislerin ölçü ve değerlendirilmesine göre bir düşünce ufkunun açılmasıdır. 

Kaynak: Süleyman Önsay – Yeniakit

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Wordpress Haber Teması Tasarım ve Programlama: Seçkin Talanöz